Thursday, January 19, 2017

Paris Montmartre Mezarlığı - Gezgin Pire Seyahat Yazıları

Blogun iyi dostu, çiçeği burnunda seyahat yazarı Gezgin Pire'nin Montmartre Mezarlığı yazısını beğeninize sunuyoruz. Ben yazacaktım ama benden önce gidip güzelce gezmiş. Yazının aslına ise aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz


Bir gezgin Paris’i nasıl anlatır? Nasıl fotoğraflar? Nasıl hikaye eder? Bir seyahat blogunda Paris gezisinden bahsetmek bu devirde nasıl “Amaaan sen de mi Paris anlatacaksın bize?”,  dedirtmez? Sahi, Paris hakkında yazılmayan, çizilmeyen, resmedilmeyen, hissedilmeyen şey kaldı mı? Her yıl 40 milyon yabancı ziyaretçinin akın ettiği bu muhteşem kent hakkında yeni bir şeyler söyleyebilmek her babayiğidin harcı değil. O yüzden ben de haddimi aşmayacağım ve işte size Paris’te yedi gün temalı bir seyahat yazısı yerine hakkında nispeten daha az yazılan yönleri hakkında kısa bir yazı dizisi hazırlayacağım. Bakalım ne kadar becereceğim?
Paris için kimi yazarlar dünyanın en güzel kenti der. Tarih’in iliklerine işlediği, mimari zerafet ve ihtişamın ebedi bir tango ile birbirine dolandığı, hemen her sokağında kendine has bir lezzet, her cafesinde tat alma duyunuzu göklere çıakrtacak bir kadeh şarap bulabileceğiniz Paris pek çokları için gerçekten “Dünyanın en güzel şehri” olabilir. Ve bu lezzet, tarih, ve kültür labirentini hakkını vererek anlatmaya çalışmak değil bu blog yazılarını raflar dolduracak bir külliyatın bile haddine olmayabilir. O yüzden Victor Hugo’ya özenerek dört başı mağmur bir Paris romanı yazmak yerine Sait Faik’e öykünerek kısa kısa Paris hikayecikleri düzmek gerekecek. İlk hikayemizin sahnesini ise Paris’in beni en çok etkileyen yerlerinden birisinde, Montmartre Mezarlığında kuruyoruz.

Montmartre kabristanına nasıl gideriz? En kolayı Paris’in mükemmel metro sistemini kullanarak bulunduğunuz yere göre 2 ya da 13 numaralı hat ile Place du Clichy durağına gelmek.  Metrodan indiğinizde kendinizi Rue Caulaincourt’da bulacaksınız. Montmartre tepesinin eteklerindesiniz ve eğer gideceğiniz yönü kestiremezseniz hangi yönde yol yokuş yukarı çıkmaya başlıyorsa o tarafa ilerleyin. Hemen yüz metre sonra bir kavşağa geleceksiniz. Eğer saga dönerseniz Boulevard de Clichy’ye ve Moulin Rouge ile birlikte Paris’in kabareler ve müzikholler ve erotik showları ile ünlü Pigalle’e varacaksınız. Ancak hemen dikkatiniz dağılmasın, bu gün işimiz Paris’in gece hayatı ile değil. Eğer saga dönmez ve Rue Caulaincourt’da devam ederseniz eğim biraz daha artacak. Çok değil bir yüz, yüz elli metre sonra kendinizi bir köprünün üzsütnde bulacaksınız. Acaba neyin üstünden geçiyoruz? Sağınızda ve solunuzda birden bire mozoleler, küçük mezar evleri, hatta minik şapeller mantar gibi bitiverecek. Montmartre mezarlığının üstündeyiz. Sağımız, solumuz, ve köprünün altı Paris’in en büyük üçüncü mezarlığı. Sizi bilerek köprüye çıkarttım. Daha önce gelmemiş birisi için bu her birisi minik birer anıt sayılabilecek mozoleler ile beklenmedik bu ilk karşılaşma anı ilginç bir tecrübe olacaktır. Şimdi bir kaç adım geri atın ve köprünün hemen başında sağ tarafınızdaki merdivenlerden aşağı inin. Zaten mezarlığın yegane kapısını hemen farkedeceksiniz.

İyi de neden kabristan ziyareti yapıyoruz dediğinizi duyar gibiyim. Bu mezarlığın ne özelliği var? Paris’teki az sayıda günlerimden birisini neden buraya adamalıyım? İlk olarak, yukarıdaki fotoğraflardan da görmüş olacağınız gibi Montmartre alıştığımız mezarlıklardan değil. Mezarların büyük kısmı minik mozoleler, hatta ufak şapeller (bazıları o kadar küçük de değil) şeklinde tasarlanmış, çeşitli heykeller ile süslenmiş. Pek çoğu müzelere konacak estetikteki mezarlar gerçekten görmeye değer. İkinci olarak o kadar çok tarihe mal olmuş şahsiyetin mezarı var ki Montmartre mezarlığında atacağınız bir tur size bir şöhretler geçidi gibi gelecek. Benim de özellikle görmek istediğim bir kaç ünlü mezardan ayrıca bahsedeceğiz zaten. Son olarak, bu belki benimle paylaşmayacağınız bir zevktir, şehrin ortasında bu derece saf bir sükunet bulmak gizli bir hazineye rastlamak gibi benim için.

Mezarlığı gezmeye başlamadan önce biraz tarihinden bahsedelim. Paris çevresindeki büyük mezarlıklar açılmadan önce ölenler genellikle ait oldukları kilisenin bahçesine gömülürdü. Ancak Paris büyüdükçe, nüfus arttıkça kiliselerde yeni ölenlere yer kalmadığı gibi otoriteler şehrin içindeki mezarlıkların sağlık açısından da tehlikeli olduğuna karar verdi. 18.yüzyılın sonlarında kilise bahçlerindeki mezarlar taşınmaya başladı ve şehrin hemen dışında dört büyük mezarlık tesis edildi. Şimdi diyeceksiniz ki madem şehir içinde insan defnetmek sağlıklı değil, neden Montmartre, neden Montparnasse? Buraları şehir içinde değil mi? Hmm…Şu anda dört büyük mezarlık da Paris içinde ama 1800lerin başında kurulduklarında şehrin dışında kalıyorlardı. Hatta Montmartre ile Paris’I bibirinden ayıran bir duvar vardı ve Montmartre Paris’ten farklı vergiler uyguluyor, pek çok Paris’li fakir sanatçı ucuz kiralar ve vergisiz alkol için Montmartre’da yaşıyordu. Montmartre bölgesinin hem gece hayatı, hem de bohem hayat tarsi için vazgeçilmez bir merkez olması 1700 lü yıllara, özellikle de vergisiz alkol satışına dayanıyor. 1824 yılında Montmartre mezarlığı eski bir alçıtaşı madeninin arazisinde açıldığında hemen yamacında kimlik değiştiren Montmartre sanatçıların ve Paris’in nispeten steril gece hayatından kaçan orta sınıfın favori mahallesi haline gelmekteydi. Belki pek çok yazar, şarkıcı, ressam ve heykeltraşın son yolculuklarına burada yollanmaları da mahallenin bu kimliğine bağlıdır, ne dersiniz?
Haydi artık içeri girelim. Mezarlığa girer girmez insane garip bir huzur veren bir atmosfer tecrübe ediyoruz. Hemen sağımızda ve solumuzda küçük birer kilise ve katedral gibi inşa edilmiş mozoleler, çeşitli oymalarla ve kabartmalarla süslü mezarlar etrafımızı sarıyor. Sağ tarafımızda merdivenler ile çıktığımız kısım mezarlığın ilk açılan en eski bölümü. Pek çok eski mezar buraya neredeyse antik bir hava veriyor. Burada aynı zamanda çok güzel bir tezatı gözler önüne seren bir manzara var. Hemen bir kaç metre ötemizdeki duvarın hemen ardından Paris’in herhangi başka yerinde bile garip görünecek modern stüdyo dairelerden oluşan bir apartman kompleksi uzanıyor. Bir yanda neredeyse antik görünüme sahip mezarlar diğer yanda sabah kahvaltılarını bu uhrevi manzaraya karşı eden Fransızların modern apartmanları.
Bu kadar merdiven çıktıktan sonra ilk ünlü mezarımıza uzanalım. Ünlü İtalyan asıllı Fransız şarkıcı Dalida’nın biraz gösterişli ama halen zevkli mezarı henüz daha yeni getirilmiş çiçekler ile bezeli. Dalida’ya sevgi gerçekten her zaman bu derece büyük mü yoksa Paris’te yeni gösterime giren biyografik film mi mezarına ilgiyi arttırdı bilmiyorum ama eğer Dalida’nın ruhu bir yerlerden mezarına bakıyorsa ona gösterilen sevgiden mutlu oluyordur.
Pek çok ilgi çekici mezar var ama 20.000 birbirinden ilginç mozole ve mezar taşına tek tek bakmak mümkün değil. Biraz hızlanalım. Bir sonraki ünlü mezarımız Alexander Dumas, fils’e ait. Yani oğul Dumas. Üç silahşörlerin yazarı olan baba Dumas’nın ondan geri kalmayan Kamelyalı Kadın’ın yazan oğlu. Dalida ile kıyaslayınca mütevzi mezarında kimbilir ne hikayeler yazıyor?

Mezarların hepsi minik birer anıt mezar değil. Bazıları küçük birer katedral gibi ihtişamlı, bir o kadar da süslü. Kimisine vitraylı pencereler, kimisine görkemli heykeller eşlik ediyor.

Arada içinizi buran manzarlar da var. Örneğin ölen sahibini terketmeyen köpek heykeli ile süslü olan mezar. Acaba merhumun köpeği ölen sahibinin ayak ucunda onun uyanmasını beyhude bekleyerek saatler geçirdi, belki uyandırmak için nafile çabalar sarfetti de onun için mi mezarını da süslüyor?

Bazı mezarlar sade ama üstlerini kaplayan yosunlar ile bir o kadar da etkileyici. Kimbilir belki de 150 seneyi aşkın süredir hiç el değmemiş bu mezarlar şimdiden doğanın bir parçası olmaya gayret ediyor. Acaba unutulmuş, terkedilmiş mezarlar mı? Belki de özellikle doğanın akışına bırakılmışlardır, kimbilir?
Daha ziyaret edecek iki ünlümüz daha var. Önce pek sevdiğim müzisyen, Fantastik Senfoni ile kendine klalsik müzik dünyasında ölümsüz bir yer edinmiş olan Hector Berlioz’un temiz ve şık mezarına uğruyoruz. Fantastik Senfoni’nin neredeyse psychedelic havasını hatırlayarak büyük bestekara veda edip bir sonraki mezara doğru ilerliyoruz.
Tekrar çıkış kapısına yaklaştık artık ve küçük yuvarlak meydana bakan minik terasta Emil Zola’nın beni biraz hayal kırıklığına uğratan mezarı son durağımız. Ünlü yazarın mezarında güneşlenen kedi bizden korkup kaçıyor ve bizi Zola ile yalnız bırakıyor.
Daha çok sayıda mezarını bulamadığımız ya da tüm günümüzü burada geçirmek istemediğimiz için rahat bıraktığımız ünlü var. Wikipedia’dan Montmartre’da yatan tüm ünlülerin listesine ulaşabilirsiniz.

Neredeyse üç saattir Montmartre mezarlığındayız. Artık tepeyi tırmanıp ölüler diyarından yaşayanların da hayatı olabildiğince keyif alarak yaşamaya gayret ettikleri Montmartre ve Pigalle’e doğru yollanmamız gerek.